Zeki Demirkubuz, Yeşilçam sonrası yataklara düşmüş Türk sinemasının yeniden ayağa kalktığı 90’lı yıllara tekabül eden bağımsız sinemanın önemli temsilcileri arasında yer alır. Sinema alanına kazandırdıkları, ilaç niteliğinde olmuş; sinemamıza yeni bir soluk katmıştır.
90’lı yıllar Türkiye’de bağımsız sinemanın doğduğu ya da başka bir deyişle ‘Yönetmen Sineması’nın doğduğu zamanı kapsar. Ülkemizin Hollywood’u Yeşilçam birbirinden farklı sebeplerden dolayı bitmiş; son nefesini vermiştir diyebiliriz. Bağımsız sinema ile birlikte artık filmler gerek konu ve tema bağlamında gerek hitap ettiği seyirci bağlamında gerekse filmin asıl sahibinin yapımcı değil yönetmen olması hususunda Yeşilçam’dan apayrı bir noktaya evirilmiştir.
Zeki Demirkubuz C Blok ile 1994 yılında ilk kez eser vermeye başladı
İlk filmi olan C Blok ile 1994 yılında eser vermeye başlamıştır. Ancak daha önceleri de sinemanın içinde yer alır. Filmlerinde Yeşilçam etkilerinin sıkça görüldüğü aşikârdır. Onun sinema serüveni ‘Hocam’ diye tabir ettiği Zeki Ökten’in asistanlığını yaparak başlar. Sinema belki onun için bir tesadüf belki bir şans belki de onun deyimiyle bir ‘Kader’.
80 darbesi sonrası 3 yıl kalmış olduğu hapishane onun fikir hayatını oldukça etkilemiş olmalı. Edebiyata olan ilgisini biraz Zeki Demirkubuz izleyen herkes anlayabilir. İşte Dostoyevski sevdası da hapishanede başlar. Hani derler ya her şerde bir hayır var diye, bu durum iyi bir örnek galiba. Her zaman çarpıcı öykülerle seyirciyi etkisi altına almayı başaran usta yönetmen bu öykülere ilmek ilmek işler edebiyatı ve Dostoyevski’yi.
Zeki Demirkubuz sineması
Türkiye’de ‘Hangi yönetmenleri tanıyorsunuz’ diye sorsak; eski yakın arkadaşı Nuri Bilge Ceylan ile birlikte Zeki Demirkubuz derler herhâlde. Ama o ‘Masumiyet’ ile birlikte adını uluslararası festivallerde de duyurmayı başarır. Bireysel öyküleri seyirciye dokunarak anlatmayı bildiği için bu kadar sevildi diye düşünüyorum. İcra ettiği iş bir sanat dalı olduğundan kendi düşünceleri kendi yaşantısı ile üretmek durumunda. Filmlerinin hepsini izlediğimizde, onun Auteur bir yönetmen olduğunu söyleyebiliriz. Yani kendi sinema dilini oluşturmuş ve bize verdiği kodlarla onun imzasını anladığımız filmler yapmıştır. Yazdığı senaryolarının çarpıcı hikâyeleri onun sinemasının belki de en belirgin özelliği durumundadır. Çok başarılı bir yönetmen olarak bilinmektedir, ama benim düşüncem kaleminin gözlerinden daha kuvvetli olduğudur. Böyle çarpıcı senaryoları yazmak çok okumak yahut çok izlemekten ziyade çok fazla yaşanmışlık barındırıyor. Erken tanıştığı hayat oldukça aksiyon dolu ve olaylı geçmiş onun için. (Tabi ki onun yönetmenliğini yabana atmıyorum).
Hemen her söyleşisinde ona sorulan en çok soru filmlerindeki erkek karakterlerin gerçekte kendisi mi olduğu? Evet, ilgisi var. Çünkü gayet olası, insan en iyi kendi yaşadıklarını yazar. Hele ki olgunluk çağında yaşadıkları insana bir nevi yol haritası olur. Ama bir gün benim ona bir sorum olsa ‘Zeki Demirkubuz kadınları’ olurdu. Dediğim gibi onu Auteur yapan birçok unsur var. Ancak her filminden hiç eksik olmadan yer alan o aldatan kadınlarını sorardım ona. C Blok’ta ki Tülay’ından, Kader’de ki Uğur’una, Kıskanmak’taki Mükerrem’ine kadar.
Kadın temsilleri üzerine
Filmlerinin genel temalarından bir tanesi de aldatmak. Ve bu hemen her filmde kadınlar tarafından gerçekleşen bir eylem. Kadınlar hep aldatan, aileyi yıkan, hayat kadını, kötü kadın olarak çıkıyor karşımıza. Ben bunun Zeki Demirkubuz’un geçmişi ile alakalı olduğunu düşünüyorum. Belki onu aldatan kadınlardan belki onu mutsuz eden kadınlardan bir çeşit intikam alıyor. Kim bilir belki kendi aldattığı kadınları izliyoruz. Ne kadar özelinde yaşamış olduğu bu olayları filminin ana unsuru haline getirmiş de olsa bu onun kalemi. Ya da karşısına çıkan kadınları hayatına dâhil edemediği için bir çeşit öfkesini de kusuyor olabilir. Kendisinin de bizzat yaşadığını söylemiş olduğu sıkça filmlerinde yer verdiği o imkânsız aşklar. Belki daha çocuk denilebilecek yaşlarda hayatı tek başına ailesinden ayrı kucaklıyor olması annesi ile gerekli zamanı geçirememiş, ondan gerekli ilgiyi ve şefkati görememiş olması da içten içe kadınlara karşı bir önyargı oluşturdu onda.
Nuri Bilge Ceylan ile fikirsel anlaşmazlıklar dolayısıyla arkadaşlıklarını bitirdiklerini söylüyorlar. Belki o konu da kadınlara yaklaşımlarının farklı olduğuyla alakalıdır? Evet, Nuri Bilge hiç böyle şeyler yaşamamış diyemeyiz tabi ki ama filmlerine bakacak olursak filmler üzerinden bir tahlil yaparsak, Nuri Bilge daha aile bağları kuvvetli insan ilişkileri daha güçlü birisi olarak çıkıyor karşımıza. Hem kasabada yaşamış daha geleneksel bir aile yapısına sahip bir adam olması da bu düşünceyi destekliyor. Üstelik siyasi görüş olarak herhangi bir safta yer almıyor. Zeki Demirkubuz ise inişli çıkışlı bir yaşama sahip. Köyden kente bir göç sonrası lise hayatını yarıda kesmiş, hayata çok erken denilebilecek bir yaşta başlamış üstelik siyasetle de hayli iç içe.
Senaryo yazarken ortada bir dert olması gerekiyor. Bu dertleri dediğim gibi kendi yaşantımızdan ya da çevremizden etkilenerek kaleme alıyoruz. En sevdiği yönetmenin Yılmaz Güney olması ve kendisinin de bir dönemler siyasi olaylardan dolayı hapis yatmış olması, ondan farklı türde filmler beklememize neden olabilir. Belki daha eleştirel ya da toplumsal filmler yazıp çekebilirdi ama çok denediği söylenemez. Belki de düşüncemin tersine hayatını sinemasından uzak tutmaya çalışıyor. Kendisini ne kadar önemsediğini ve sevdiğini her söyleşisinde ağzından düşürmeyen bir adam hayatını topluma mal etmek ister mi? Bence istemeye bilir bunu dolaylı yoldan aktarır. Her yoğurdun bir yiğit tarafından yeniliş şekli vardır.