Leyla dizisi ya da tam adıyla Leyla: Hayat… Aşk… Adalet… Türkiye’nin önde gelen prodüksiyon şirketlerinden Ay Yapım’ın yapımcılığını üstlendiği, dram ve romantizm türünde dikkat çeken bir dizi. Dizinin yönetmen koltuğunda, özellikle güçlü kadın karakterlerin hikayelerini ekrana taşımasıyla tanınan Hilal Saral oturuyor. Yılmaz Şahin’in kaleminden çıkan senaryo, aşk, hayat ve adalet kavramlarını farklı perspektiflerden ele alıyor.
Başrollerde, özellikle güçlü performanslarıyla dikkat çeken Gonca Vuslateri ve Yiğit Kirazcı yer alırken, Cemre Baysel, Alperen Duymaz ve Halil İbrahim Ceyhan gibi başarılı oyuncular da diziye renk katıyor. 11 Eylül 2024’te NOW TV’de yayın hayatına başlayan dizi, şimdiden izleyiciler arasında heyecan uyandırmış durumda.
Dizi Adı: Leyla: Hayat… Aşk… Adalet…
Yönetmen: Hilal Saral
Yapımcı: Kerem Çatay (Ay Yapım)
Senaryo: Yılmaz Şahin
Oyuncular: Gonca Vuslateri, Yiğit Kirazcı, Cemre Baysel, Alperen Duymaz, Halil İbrahim Ceyhan
Yayın Platformu: NOW TV
Yayın Tarihi: 11 Eylül 2024
Konusu: Küçük yaşta annesini kaybeden ve babasından başka kimsesi olmayan Leyla’nın hayatı, babasının yeniden evlenmesiyle altüst olur. Üvey annesi Nur tarafından bir çöplüğe bırakılan Leyla, zorlu sınavlardan geçtikten yıllar sonra Nur’dan intikamını almak için geri döner. “Leyla” bu genç kadının, hayatını mahveden üvey annesine karşı vereceği mücadeleyi ve intikam arayışında aşkla sınanacağı duygusal yolculuğu ekranlara taşıyacak.
Peki, ama bu dizi neyin nesi?
Buraya kadarki okuduklarınız kulağa gayet hoş gelebilir. Çünkü bu bölüm, dizinin künyesini içeriyor. Biyografik bilgilerin süslü bir biçimde yer aldığı, ihtişam kokulu yer diyebiliriz. Ancak, gerçekten bu dizi neyi anlatıyor? Çocukların gerçek hayatta istismar edildiği, şiddet gördüğü ve mutsuz olduğu bir ülkede, televizyon dizilerinde de benzer sahnelerin sıklıkla yer almasını nasıl değerlendireceğiz?
Türkiye’de çocuklar eziyet çekiyor, istismar ediliyor, taciz uğruyor, tecavüze maruz kalıyor, işkence görüyor. Sadece 2023 yılında en az 2107 çocuk, önlenebilir sebepler nedeniyle yaşamını yitirdi. Dikkat edin, “önlenebilir” sebepler. Yani bu 2107 çocuğun ölüm sebepleri aslında engellenebilirdi. Ancak ihmaller sonucunda bu çocuklar hayatını kaybetti. Bu, “Canım istedi, öldürdüm” demenin daha kurumsal bir biçimi olsa gerek.
Çocuklar eğitimde, sağlıkta, sosyal hayatta eşit haklara sahip değil. Kimileri kıyafet beğenmezken, kimileri kırmızı ışıkta trafiğin arasında peçete satmaya çalışıyor. Kimileri, elindeki telefonun yeni modeli çıktığında ebeveynlerinden yenisini talep ederken, kimileri bir telefon alabilmek için aylarca para biriktiriyor. Kimileri hastalandığında hastaneye hiç ulaşamazken, kimilerinin ayağına hastane geliyor. Kimileri kilometrelerce yol yürüyerek okula ulaşırken, kimileri öğretmenine kafa tutmak için okula gidiyor. Ve dahası…
Peki, suçlu olan çocuklar mı? Özel bir hastanede tedavi gören bir çocuk ile hastalandığında kendi kendine iyileşmek zorunda kalan bir çocuk arasındaki fark ne? Ya da “bir dediği iki edilmeyen” bir çocukla, kurduğu hayale bile müdahale edilen bir çocuk, içinde bulundukları bu konumları kendileri mi tercih etti?
Çocuklar masumdur, suçsuzdur ve temelde aralarında fark yoktur. Onları farklılaştıran, kişilik gelişimleri üzerinde etkili olan aileleridir, yaşadıkları coğrafyadır, içinde bulundukları toplumdur, kültürel değerlerdir, gördükleri eğitimdir ve tükettikleri medyadır. Bu yazının asıl amacı da – siz de tahmin edersiniz ki – Leyla dizisi üzerinden medyaya getirilen eleştiridir.
Kaş yaparken göz çıkardığınızın farkında mısınız?
Medya araçlarının gerçekleri yansıtma gibi bir amacı olsa da, bunu sorumlu bir şekilde yerine getirmek önemlidir. Çocukların maruz kaldığı şiddet ve istismar ya da sağlık, eğitim ve sosyal alanlardaki fırsat eşitsizliği gibi konular önemli bir toplumsal sorun olarak ele alınmalı. Bunlar birer dram unsuru olarak kullanılarak reyting kaygısı ön plana çıkarılmamalı. Asıl amaç bu sorunlara dair farkındalık yaratmak ve çözüm önerileri sunmak olmalıdır. Aksi taktirde, bu tür sahneler zamanla normalleşir ve toplumsal bilinci harekete geçirmek yerine izleyicileri kayıtsızlığa sürükler. Dolayısıyla bu normalleşme ve kayıtsızlık uzun vadede çok daha büyük sorunlara yol açar. Bu anlamda dizi şiddet ve istismar gibi sorunlarla mücadele ediyormuş gibi görünse de aslında şiddeti ve istismarı yeniden üretecek bir kısır döngü haline getiriyor.
Gerçek hayatta çocukların maruz kaldığı acıların televizyon ekranlarına taşındığını görüyoruz ki bu, ciddi manada toplumsal empati eksikliğine ve duyarsızlaşmaya sebebiyet veriyor. Öyle ki izleyiciler bu sahnelere karşı alışkanlık yaratıyor ve bu da sorunların içselleştirmesini zorlaştırıyor. Şiddet, istismar gibi sorunlu olayların televizyonlarda birbirine benzer ve tekrar eden şekilde dramatize edilmesi toplumun gerçek sorunlarına karşı daha da duyarsız kalmasına yol açıyor.
Bu tür sahnelerin yarattığı travmatik etkiler ise cabası. Özellikle çocuk izleyiciler, televizyonda izledikleri sahneleri gerçek hayatla ilişkilendirerek güvensizlik ve korku geliştirebiliyor. Bu da çocukların psikolojik gelişimlerine doğrudan zarar verebiliyor.
Toplumsal çözüm yerine şiddeti yeniden üretiyorsunuz!
Bu tarz sahneler aracılığıyla izleyiciye çözüm önerileri sunmaktan ziyade, sadece acıyı dramatize ederek reyting peşinde koşuluyorsa, bu noktada televizyonun asli işlevini sorgulamak gerekir. Bu tür sorunları ele alan bir dizi toplumsal bir farkındalık yaratmayı amaçlamak yerine, sadece acı dolu sahneler kullanmayı tercih ediyorsa bu, şiddeti yeniden üretmekten başka bir şey değildir. Gerçek hayatta ağlayan, üzüntü duyan, mutsuz hisseden milyonlarca çocuk varken aynı görüntüleri televizyonlarda tekrarlayarak, toplumun bu durumları içselleştirmesini neden zora sokuyorsunuz?
Elbette çocukların maruz kaldığı şiddet ve istismar sorunları görmezden gelinmemeli; ancak bu sorunlar işlenirken dizilerin amacı, farkındalık yaratma olmalıdır. Sorunun çözümüne dair mesajlar verilmesi, izleyicilere şiddet karşıtı tutumların benimsetilmesi gibi yaklaşımlar çok daha yapıcı olacaktır. Aksi halde, izleyiciler sadece şiddet görüntüleriyle karşı karşıya kalır, çözüm konusunda bir adım atılması gerektiğine dair bir yönlendirme yapılmaz.
Bu dizide hiçbir canlıya zarar verilmemiştir
Leyla dizisi, “Bu dizide hiçbir canlıya zarar verilmemiştir” uyarısı yaparak oldukça ironik ve sorunun derinliğini göz ardı eden bir yaklaşım sergiliyor. Dizide fiziksel olarak zarar verilmemiş olsa da, dolaylı yoldan topluma ve izleyicilere zarar verme ihtimali göz ardı ediliyor. Yapılan bu uyarı fiziksel zarar odaklı bir güvence verirken, aslında psikolojik ve duygusal zararı görmezden geliyor. Şiddet, istismar gibi olumsuz temaları işleyerek izleyicilerin özellikle çocukların bu sahnelerden etkilenme olasılığının yüksek olduğunu inatla görmek istemiyor.
Bu dizideki hiçbir karakter ve olayın, gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur
Tıpkı yukarıdaki ifade gibi “Bu dizideki hiçbir karakter ve olayın, gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur” ifadesi de yapımcıların sorumluluktan kaçınma çabası olarak görülmektedir. Öyle ki dizide işlenen sahnelerin toplumu duyarsızlaştırarak, gerçek hayatta bu olayların yaşanma ihtimalini artırma riskinin bulunduğu yine görmezden gelinmiştir.
Medyanın, hayatı yansıtan ve aynı zamanda ona yön veren güçlü bir araç olduğunu ifade etmiştim. Diziler, toplumsal olayları dramatize ederken, topluma sadece bir ayna tutmakla kalmaz, aynı zamanda toplumu şekillendirme gücüne de sahiptir. Şiddet, istismar, mutsuzluk gibi temaların sık sık işlenmesi, toplumda bu olayların meşru ve olağan olduğu algısını yaratmaktadır. Dolayısıyla dizi her ne kadar “Gerçek kişi ve olaylarla ilgisi yoktur” uyarısı yapıyor olsa da, izleyicilerin bu sahneleri gerçek hayatla ilişkilendirmesinin ve zamanla bu tür olaylara karşı duyarsızlaşabilmesinin de önünü açıyor.
Dizi, travmatik olayları dramatik bir şekilde ekrana taşıyarak toplumsal duyarlılığın azalmasına ve bu olayların normalleştirilmesine katkı sağlıyor. Öyle ki bu sahnelerin izlendikçe, gerçek hayatta da benzer olayların yaşanabileceği gerçeğine karşı kayıtsız kalma ihtimali güçleniyor. Bu da, şiddetin ve istismarın toplumda daha fazla yayılmasına zemin hazırlıyor. Gerçekte yaşanan olaylarla bağlantı kurulmadığı söylense de dizi sahneleri zamanla bireylerin bilinçaltına işleyerek, benzer olayların yaşanmasına dair tolerans geliştirilmesine neden olabilir.
Dizilerdeki karakterlerin ve olayların “gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi olmadığı” uyarısı yapılsa da bu, toplumsal gerçeklerin göz ardı edildiği anlamına gelmez. Özellikle çocukların, kadınların veya savunmasız bireylerin maruz kaldığı şiddet ve istismar sahneleri, topluma şiddeti yeniden üreten bir mekanizma olarak geri dönüyor. Şiddet içerikli sahneler, toplumsal hafızada yer edinerek, bireylerin bu tür olaylara daha fazla alışmasına ve hatta gerçek hayatta benzer olayları daha az sorgulamasına neden oluyor.
Sonuç: Alınıp satılan birer metaya mı dönüştünüz?
Çocukların acı çektiği, mutsuz olduğu bir toplumda, aynı görüntülerin televizyonlarda dramatize edilmesi toplumsal bilincin körelmesine neden olur. Medya, farkındalık yaratma gücüne sahipken, bu gücün reyting kaygısına feda edilmesi büyük bir sorumsuzluktur. Ayrıca etik bağlamında da kusurludur. Televizyon dizileri, çocukların acısını sadece bir dramatik unsur olarak kullanmak yerine, şiddeti ve istismarı engellemeye yönelik bilinç uyandıran, çözüme yönelik mesajlar içermelidir.
Dizilerde yer alan şiddet ve istismar sahnelerinin, toplumun kolektif bilincinde derin izler bırakabileceğini söylemek mümkündür. Öyle ki bu tür içeriklerin yaygınlaşması, şiddete karşı kayıtsız bir tutum geliştirilmesine neden olur. Dolayısıyla gerçekte çocukların şiddet gördüğü, mutsuz olduğu bir ülkede, aynı sahneleri televizyonlarda izleyerek bu sorunu çözmek mümkün değildir. Aksine, toplumsal bir uyuşma ve duyarsızlaşma ortamı yaratılmış olur. Bu da şiddet ve istismarın daha fazla normalleşmesine yol açarak topluma dolaylı olarak zarar verir.
Medyanın bu tür içeriklerde toplumsal sorumluluğunu daha ciddiye alması, şiddet ve istismarı meşrulaştıran değil, bu sorunlarla mücadele etmeye yönelik içerikler üretmesi önemlidir. Aksi takdirde, bu tür diziler, topluma zarar vermeye devam edecek ve şiddetin normalleşmesine katkıda bulunacaktır.
Son günlerde dilimize pelesenk ettiğimiz bir söylemi hatırlatmak isterim.
Ne teyze anne yarısıdır, ne de amca baba yarısıdır. Hatta bazen ne anne, annedir; ne de baba babadır.
İyi. Güzel. Çok afili bir laf. Ama, bu neden böyle? Bazen neden ne anne, anne olamıyor; ne de baba, baba olamıyor? Bunda medyanın payı büyük, hatta çok büyük. Çünkü, medya tek başına algıyı şekillendirebilecek güçlü bir etkiye sahip.
Medyanın etkileme gücünün ne denli önemli olduğunu benden daha iyi biliyor olmanız gerekir. Gerçi, bilmiyor olabilirsiniz. Anlaşılan, sermaye nerede, siz oradasınız. Ya, siz oyuncular? Biriniz de demiyor mu bu ne biçim senaryo diye? Sizin, kendinize saygınız yok mu? Kurallarınız, ilkeleriniz yok mu? Önünüze gelen her senaryoyu kabul mu ediyorsunuz. Yoksa hepiniz kolayca alınıp satılan birer metaya mı dönüştünüz?
Narin’i kaybettiğimiz şu günlerde, dizinin yayına alınması çok manidar (!)